15 Temmuz darbe kaosuyla başlayan istikrarsızlık, haksızlık, hukuksuzluk, hiçbir darbede eşi görülmemiş bir adaletsizliğe ve toplumsal kıyıma yol açtı. Doğrudan toplumu, sivil örgütlülüğü ve demokrasiyi hedef alan bu darbenin sonuçlarını, sebep olduğu trajedileri yazmaya Klavye tuşları yeterli gelmiyor!
En garip ve emsalsiz bir hukuksuzluk örneği olan Temmuz darbesi kadar, KHK uygulamalarıyla da ağır trajediler yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Kamusal ve kurumsal yıkımı bir tarafa bırakarak tahribat ve yıkımın toplumsal boyutunu “toplu infaz” olarak tanımlayarak özetlemek mümkündür diye düşünüyorum.
Kurumsal, özellikle de yargı boyutuyla yaşananlar iktidarın toplu infaz uygulamalarını kolaylaştırmış ve önünü açmıştır. Mahkeme kararlarının hukukiliğini iddia etmek vicdan sahipleri için mümkün değildir.
Örnek vermek gerekirse, KHK ile ihraç davalarında idare mahkemeleri ve Danıştay bugüne kadar adalet önünde bir engel görevi üstlenerek ret ve göreve iade kararlarını yıllarca ertelediler. Mahkeme kararıyla beraat edilenler dahi görevlerine geri dönemediler. Böylece adaleti geciktirerek hukuksuz düzenin yolunu açtılar.
Yıllardır aralıksız uygulamalarla haklar ve hukuk ihlal ediliyor, ihlalleri durduracak bir mekanizmanın kalmadığı bir düzenden söz ediyorum. Artık kanunsuz cezaların ihdas edildiği bir düzen var. Suç oluşturmayan eylemlerden dolayı suçlanan yüz binlerce insan var. Cezaevleri bu insanlarla dolup taşıyor.
Kanunla kurulan bir bankada çalışmak, para yatırmak, havale çıkarmak ve kredi kullanmak suç sayılmış ve bu nedenle insanlar yargılanarak ağır cezalara çarptırılmışlardır.
İnsanlar yasal bir dernek veya sendikaya üye olmakla suçlanmaktadır. MEB’na bağlı okul, yurt ve dershanelerde kayıtlı olan, çalışan, öğretmenlik yapan insanlar suçlu sayıldılar.
YÖK’e bağlı üniversite çalışanları, öğrencileri ve öğretim üyeleri suçlandılar, üniversiteden ihraç edildiler, akademik kariyerlerine son verildi
Tamamıyla yasal olarak kurulan ve birçoğuna da iktidar üyelerinin abone oldukları gazete ve dergiler suç kapsamına alındı, cemaate yakın oldukları iddiasıyla gazeteciler, yazarlar sorgulandılar, tutuklandılar, mahkûm edildiler.
Söz konusu cemaati tasvip etmeyebiliriz, tutum ve davranışlarından memnun olmayabiliriz, hatta zarar da görmüş olabiliriz. Zira bir dönem kendileri de hak ve hukuku ihlal etmekte bir beis görmediler ve iktidarla birlikte nimet paylaşımları yaptılar. İktidar ortaklığı döneminde ayırımcılık, kayırmacılık, yandaşlık, hak gaspı gibi eylemlerde iktidardan geri kalmadıklarını da belirtmeliyim.
Ancak adil olmak, adaletli davranmak, hukukun üstünlüğünü savunmak en azından ahlakın ve insanlığın gereğidir. Hukuksuzluğa razı olmak, adaletsizliğe sessiz kalmak bir ahlaki sorun oluşturduğunu bilmeliyiz. Adaletsizliklerin bedelini yalnız yönetimler ve yöneticiler değil, herkes, her kesim ve hepimiz en ağır biçimde mutlaka ödeyeceğiz.
Hukuksuz bir kurumsal düzen oluştu. Mevcut düzende hiçbirimiz güvende değiliz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” misali mevcut düzene itiraz etmeyenler kendi geleceklerini de tehlikeye attıklarının farkında değiller. Dayanağı hukuk olmayan hiçbir hak güvencede sayılmaz. Hukuk yoksa adaletten de söz edilemez. Adaleti tesis edecek olan hukuktur. Zalimler dahil, hukuk/adalet bir gün mutlaka herkese lazım olacak. Elbette bizler gibi bugün suçlanmayanlara da yarın lazım olacak.
--
İktidar ve cemaat arasında yaşanan kavgadan hem toplum hem de ülke olarak dersler çıkarmak zorundayız.
Aynı yollarda beraber yürüyüp yağmurda birlikte ıslananlar, aynı maklubeye kaşık sallayanlar, devlet kurumlarını aralarında paylaşanlar, devlet gücünü birlikte kullananlar, bir gece ansızın birbirlerine düşman kesildiler; galebe çalanlar haklı ve temiz, mağlup olanlar ise kirli ve hain oldular, en vahimi de “terörist” ilan edildiler.
Terör içerikli hiçbir eylemi olmayan on binlerce insan “Terör Örgütü” üyesi olarak yargılanıp mahkûm edildi. “Terörist” ilan edilen bu insanların hiçbirisinde tek bir silah veya yasak yayınlara dahi rastlanmadığı halde bir cemaat aidiyeti gerekçesiyle milyonlarca masum insan topluca suçlanarak toplumdan tecrit edildi.
Mallarına, mülklerine el konuldu. Şirketlerine, otel ve diğer iş yerlerine kayımlar atandı. Üniversiteler, okullar, dershaneler, yurtlar, hastaneler yandaşlara peşkeş çekildi. Dini fetvalarla yağma ve talan meşrulaştırıldı. Anayasa ve İlahi adalet yok sayılarak AK şemsiyesi altında yapılan hukuksuzluklar, haksızlıklar AK ve PAK olarak tescil edildi.
Esas olarak sorun, sadece iktidar uygulamalarından da ibaret değildir. Dini; örgütlü yapılarla, teşkilatlarla, cemaat, dernek, ideolojik oluşumlarla toplumsallaştırmak, siyasallaştırmak ve kurumsallaştırmak artık toplumsal barışımızı tehdit eder bir seviyeye ulaştı. Tehdidin farkına varılması durumunda dahi yol açtığı tahribatların onlarca yıl devam edeceğinden kuşku yoktur.
Ne yazık ki bu kesimler, Müslüman olsun olmasın, rakipleriyle girdikleri akademik kariyer, makam, ticaret, siyaset gibi her mücadeleyi bir “savaş” olarak tanımlayıp; “harp hiledir, dolayısıyla savaşta hile caizdir” anlayışından yola çıkarak aldatmayı, yalan vaatlarda bulunmayı, sözünden dönmeyi ve takiye yapmayı inançlarının gereği olarak ve “günah” kaygısı taşımadan kolayca yapabiliyorlar. Meşru veya gayri meşru her iddialarını din ile desteklemekten geri kalmazlar ve tersini yapmaktan da bir kaygı duymazlar. Kamusal alanda ve kamu malında şahsi ve örgütsel tasarrufta bulunmak için kara kaplı kitapları, fetvacı hoca ve şeyhleri referans için hep hazır durumdadırlar.
Tehdit ve tehlikeyi aklı selim ile değerlendirerek kendimize gelmeliyiz. Öncelikle iktidarın, hukuksuz uygulamalardan, anayasa ve yasaları yok saymaktan ve AİHM’ni görmezden gelmekten vazgeçmesi gereğinin altını çizmek istiyorum. Bunun ilk adımı olarak KHK uygulamalarına son verilmelidir.
KHK mağdurlarının hakları iade edilmedikçe en azından adaletten söz etmek büyük bir ayıptır.
Abdulbaki Erdoğmuş
FACEBOOK YORUMLAR