Bir Fukara Cenazesi
Takvimler 17 Haziran 1936 tarihini gösteriyordu. Rıhtıma yaklaşan bir gemiden yıllardır milletinin derdini sırtında bir kambur gibi taşıyan ve yürümekte zorlanan ihtiyar bir adam iniyordu. Yakın dostlarının bile tanımakta zorlandığı bu yaşlı adam bir düzine vefasız yüzünden yaklaşık on yılını Mısır’da sürgünde ve hastalıklarla mücadelede geçirmiş Mehmet Akif Ersoy’du. Hem gurbetin cefasını hem de kendi hükümetinin vefasızlığını taşımaktan yorulmuştu artık. Sürgünde çektirilen maddi manevi sıkıntılar yetmiyormuş gibi, bir de vatan hasreti onu bir iskelet haline getirmişti.
Ayakta duramayacak kadar hasta olan bu ihtiyarı sahilde karşılayan birkaç insan vardı. Bunlardan biri Mısır’da kendisine sahip çıkan Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Hanım’dı. Akif ailesini misafir eder ve belli dönem onun hizmetinde bulunur. Zaman içerisinde hastalığının ilerlemesi karşısında Şişli Sağlık Yurdu’na yatırılan Akif’in tedavisine burada devam edilir. Sağlık durumu iyice kötüleşince, dostlarının yardımıyla Beyoğlu’nda bulunan Mısır apartmanında bir daireye yerleştirilir. Yapılan bütün müdahalelere rağmen durumu gün geçtikçe ağırlaşmış, konuşacak takati bile kalmamıştı ama, kendine geldiğinde; ‘’Ne mutlu bana, peygamberimin yaşında öleceğim’’ diyerek, kurumuş ve büzüşmüş dudaklarına bir nebze tebessüm geliyor ve arkasından; ‘’ Çöz artık yükümün kördüğüm olmuş bağını / Bana çok görme İlahi bir avuç toprağını’’ duasını da dilinden hiç düşürmüyordu.
Kördüğüm Çözüldü
Akif’in duaları kabul olur ve kör düğüm olmuş hayat bağı 27 Aralık 1936 yılında çözülür. Fakir bir yaşamın sonu yine sessiz ve yokluklar içinde sona eriyordu. Ayağında giyecek ayakkabısı, sırtında kışlık bir elbisesi dahi olmayan; milletine yazmış olduğu istiklal marşı için verilen büyük ödülü bile kabul etmeyen; bununla da kalmayıp bu milletin malıdır diyerek bu marşı kitaplarına dahi almayan bu koca yürekli adam, kimsesizlerin kimsesiyle baş başa hayata veda ediyordu.
Millet olarak en çok ‘’vefa’’ kelimesini kullanan ve bu kelimeyi dini renge boyayarak kendine rehber yaparken; kendi halkına, kendi milletine ve kendi dindaşına en çok vefasızlık yapan da yine bu millet olmuştur. İşte bundan dolayıdır ki, Mehmet Akif Ersoy yaşadığı 63 yıl boyunca sadece yokluk çilesi, fikir çilesi ve fakirlik çilesi çekmedi. O, bir yandan kendi insanının vefasızlığının, sadakatsizliğinin, vurdumduymazlığının yanında kirli siyasetin, kirli suratların ve yalaka yandaşların vefasızlığıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Vefasızlığın Böylesi
Akif, gecenin gündüzü örtmeye çalıştığı bir akşam üzeri Beyoğlu’nda bulunan mısır apartmanındaki odasında Hakk’a yürür. Vefat eden sadece bir şair değil, vefat eden bir milletin milli hafızası, bir milletin istiklali, bir ülkenin itibariydi. Akif sessizce geldiği ülkesinden yine sessiz bir gemi gibi ayrılıyordu. Ne acıdır ki o, dünya limanından ayrılırken onu yolcu eden, ona el sallayan ve arkasından ona dua eden eşi ismet Hanım, damadı Ömer Rıza ve kızı Cemile Hanım’dan başka hiç kimseler yoktu başucunda. İsmet Hanım kocasının mevtası üzerine kapaklanmış ağlarken, tıpkı yaşadıkları sessiz ve sakin hayatları gibi çığlıkları da sessiz ve sakindi.
Bir ülke düşünün ki kendi istiklal şairinin vefatından hiçbir kurumunun, hiçbir yetkilisinin ve hiçbir siyasetçisinin haberi bile yoktu. Onun ülkeye geldiğini haber yaptırmayan bir zihniyet, elbette ki onun hastalığını, onun ölüm haberini de önemsemeyecekti. Çaresiz kalan Akif ailesi, dört hamal çağırıp cenazeyi Beyazıt Camii’ne götürmelerini ister. Sabahın erken saatlerinde Akif’in tabutunu omuzlayan hamallar, cenazeyi camiye yakın Emin Efendi Lokantası’nın öne götürüp bırakırlar. Birileri tabutu görüp, ona sahip çıkar diye oraya bırakmış da olabilirlerdi, kim bilir. Bir zaman sonra lokantada bulunanlar şaşkın gözlerle üzerinde hiçbir örtüsü bulunmayan çıplak bir tabut görürler.Herkes şaşkın gözlerle birbirine bakarak tabutun başına koşarlar.
İnsanlar şaşkın şaşkın birbirine bakarken orada bulunan üniversiteli birkaç genç Allah rızası için cenazeyi Beyazıt Cami musalla taşına kadar omuzlarında taşırlar. Onlar da omuzlarında taşıdıkları cenazenin bu ülkenin istiklal şairine ait olduğundan bile şimdilik habersizdiler. Ölüm haberini alan dostu Mithat Cemal Kuntay cenazenin Beyazıt Camii’ne götürüldüğünü öğrenince oraya koşar. Musalla taşının üzerine konmuş çıplak bir tabut olduğunu görür ama, bunun Akif’e ait olabileceğine ihtimal bile vermez, etrafta başka cenaze göremeyince de şaşkın gözlerle tabuda doğru yaklaşır ve yüzünü açar. Gördüğü manzara karşısında adeta damarlarında kanı donar. Ellerini yüzüne kapatarak milletinin bu vefasızlığı karşısında adeta özür dilercesine hüngür hüngür ağlamaya başlar. Karşılarında ağlayan bu adamı gören öğrenciler gerçeği öğrenince, onlarda gözyaşlarını tutamazlar.
Şimdilik ortalıkta hiç kimseler görünmese de, biraz sonra nereden geldikleri belli olmayan yüzlerce genç alanı dolduracak; Yüce Allah vefasına denk bir vefa ile Akif’ini kimsesiz ve garip bırakmayacaktı. Bedenleri donduran soğuk bir kış günü, milletinin bedenini nefesiyle, yüreğini kalemiyle ısıtan Akif, dik durup asla eğilmeyen o kametiyle Beyazıt Camii musalla taşında bir elif misali uzanıyordu. Dakikalar ilerledikçe yağmur misali gelen gençlerle Beyazıt Camii avlusu dolmaya başlıyordu. Bir genç Emin Efendi lokantasının bayrağını; birisi okudukları üniversitenin sancağını; bir diğeri ise Beyazıt Camii’nin minber kapısına asılan ‘her nefis ölümü tadacaktır’ örtüsünü getirip Akif’in tabutuna örtüyorlardı.
Bir Yiğit Vardı
Gazete ve dergilere Akif’in ölüm haberini yaptırmayan mefluç bir zihniyet, ona devlet töreni yapılmasına bile izin vermiyordu. Ama bütün bu engellemelere rağmen yüzlerce öğrencinin, esnafın, fakir fukaranın bu milletin şairine son görevlerini yerine getirmelerine engel olamıyordu. Hava çok soğuktur ve eller ayaklar adeta tir tir titremesine rağmen istiklal şairine son görevi yapmanın sıcaklığı ve mutluluğu Beyazıt Camii duvarlarını adeta ısıtıyordu. Gizlice bir lokantanın önüne çıplak fukara bir insanın tabutu gibi birkaç hamal tarafından bırakılan Akif’in cenazesine o gün adeta Bedrin Arslan’ları akın etmiş gibiydi. Nihayet namaz kılındıktan sonra tabut ‘Asım’ın Nesli’ diye özlemini çektiği o gençler tarafından omuzlara alınıyor ve ebedi istirahatgâhına doğru yola çıkıyordu. Kısa bir zaman diliminde öyle mahşeri bir kalabalık oluşmuştu ki, tabut gençlerin omuzlarında değil elleri üzerinde adeta denizde bir gemi gibi süzülerek ilerliyordu. Biz inanıyoruz ve iman ediyoruz ki, Akif o anları görüyor, son yolculuğunda bile olsa Asım’ın nesli diye destanını yazdığı o gençlerin varlığı ile seviniyordu.
28 Aralık saat saat 10:00 civarlarında başlayan cenaze namazı, adeta İlahi bir sevkle ilerliyordu. Beyazıt Camii’nden kaldırılan cenaze Vezneciler ve Edirne Kapı’ya kadar hiç durmadan gençlerin elleri üzerinde taşındı. Sokaklar adeta insanlarla dolup taşmış, haberi duyanlar evlerinden caddelere akmaya başlamıştı. Bunların hiç biri organize bir iş değil, tamamen tabii olarak gelişen bir olaydı. Zaten böyle bir kalabalığı organize edecek birileri de yoktu ortalıkta. Çünkü burada siyasi bir zihniyet kendisine yakışanı yaparken; halk ta Akif’in vefasına vurgu yapan Peyami Safa’nın dediği gibi:‘’ Zararı yok, bazen bütün memleketi birkaç adamın vefası bile temsil eder’’ sözüyle kendisine yakışanı yapıyordu. Mehmet Akif’e bu teveccühü gören Mithat Cemal Kuntay’da: ‘’ Fetihten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk insan’’ diyerek şaşkınlığını ifade edecekti.
Bu Nasıl Vefa
Kabul edin etmeyin Mehmet Akif Ersoy bu ülkenin en önemli kültür değerlerinden biridir. Yaşadığı dönem itibariyle onun tırnağı kadar bile bu ülkeye bir hizmeti dokunmayan şairler ve yazarlar el üstünde tutulurken, ona her türlü ötekileştirmeyi görev sayanlar adeta ödüllendirilmişti. Bir milletin varlığını seslendirerek vatan millet aşkını gönüllerimizde kökleştiren; kalemiyle beraber bütün varlığını bu millete vakfeden birine bu vahşet, bu vefasızlık neden reva görüldü? Ona o gün bunları reva gören bir zihniyet bugün gözyaşı ve gururla seslendirdiği istiklal marşını okurken, yürekleri hiç mi sızlamıyor? Yüzleri hiç mi kızarmıyor? Ama yapılan bütün bu çirkefliklere, bu ötekileştirmelere, bu unutturmalara rağmen Akif o dupduru hayatıyla, Everest gibi imanıyla gönüllerden sökülüp atılamadı ve ona karşı sevgi ve muhabbet gölgelenemedi.
Hadi her şeyi bir kenara bırakıp bazı yapılanları unuttuk diyelim. Bir devlet aklı, bir siyasi zeka düşünün ki kendi istiklal şairine insani ve imani bir görev olan cenaze merasimini bile ona çok görsün. Bu zihniyet kalemini ve dilini vatan ve millet için oynatanları cezalandırılırken; kalemini yalakalık, menfaat ve yandaşlık için ağlatanları ödüllendiriyordu. Bunlarla alakalı bugün arşivlerimizde onlarca bilgi ve belgeler mevcuttur. O günden bugüne bir şey değişti mi diye sorarsanız alacağınız cevap elbette ki hayır. O gün Mehmet Akif Ersoy’a yapılan baskı, zulüm, adalet hak ve hukuksuzluklar bugün hâlâ ülkemiz üzerinde bir kara bulut gibi dolaşıp dururken; o dönemden buyana değişmeyen siyasetin o kirli, o mülevves, o çirkin yüzü de bugün hâlâ karşımızda dimdik ayakta durmaya devam etmektedir.
Çöplükte Bulunan Ceset
Takvimler 1966 yılını gösteriyordu. O dönemin meşhur gazetecilerinden Çetin Altan, Cağaloğlu’ndaki ofisimde yazımı yazmakla meşgul iken bir öğlen vakti odama traşı gecikmiş, eski elbiseli boynu sağ omuzu üzerine hafif bükülmüş bir adam girer. Selam verdikten sonra ben Mehmet Akif’in oğluyum deyince; birden irkildim yer yarıldı adeta yerin dibine girdim. Ben şaşırmama rağmen o tavrını hiç bozmadı. Konuşmama fırsat vermeden: ‘’ sizden küçük bir yardım rica etmeye gelmiştim’’ deyince cüzdanımı çıkarıp ona uzattım. O sıkılgan ve bükük boynuyla; ‘’Siz ne münasip görürseniz’’ diyerek cüzdanı almadı. O anda beynimde şimşekler çakıyor, cehennemi bir azabı yaşıyor, milletim adına hacaletin gayyalarından yuvarlanıyordum adeta. Cüzdanımı açtım ve içinde ne kadar para varsa ona uzattım. Öyle tahmin ediyorum ki o gün cüzdanımda ya 10 ya da 20 lira cıvarında bir param vardı. O utangaç ve kibar konuşmasıyla; ‘’ çok teşekkür ederim. İhtiyacım olmazsa sizi rahatsız etmezdim’’ diyerek ofisimden ayrılır, der.
Aradan yaklaşık birkaç gün kadar geçmişti. Yazar ofisinde günün gazetelerini incelerken gözü gazetenin sağ alt köşesinde yer alan resimli küçük bir habere takılır. Bu haberde İstanbul sokaklarının birinde bir çöp bidonunun kenarında bulunan bir ceset haber yapılmıştı. Fotoğrafa biraz daha yakından bakınca adeta şok olur ve vefat edenin birkaç gün önce kendisinden para isteyen adama ait olduğunu görür. Yokluk içerisinde bir çöp bidonunun yanında ölen bu insan Mehmet Akif Ersoy’un bize emanet ettiği oğlu Emin Ersoy’du.
Daha Bitmedi
Yıllar yılları takip eder ve tarihler 1985 yılını gösterir. Kirli siyasetin bu millete aşıladığı kin ve nefret, ızdırap ve gözyaşı her devirde başımızdan eksik olmadı. Cellatlarına aşık olan bu millet yaşananlardan asla ders çıkaramamış, her devirde milletine sadakat ve büyük bir vefa ile hizmet edenleri götürüp karşı bayıra gömmeye devam ediyordu.
O yıllarda Üsküdar Belediyesi’ne kimsesiz fakir bir insanın vefat haberi gelir. Aldığı emekli maaşıyla geçinemeyen ve yokluk içerisinde hayat süren bu insanın cenazesi belediye tarafından kaldırılarak defnedilir. Benim babam savcı, benim babam bakan, benim babam milletvekili, benim babam şair diyerek kendisini kimseden üstün görmeyerek, bu yokluklar içerisinde namus ve şerefiyle yaşayarak vefat eden bu insan Mehmet Akif Ersoy’un bize emanet edip gittiği torunu Tahir Ersoy’du.
Bu defa takvimler 1991 yılını gösteriyordu. Beyoğlu’nda sokak ortasında eşyalarıyla kalakalmış bir aile. Yanına yaklaşanlara utana-sıkıla evinin kirasını ödeyemediği için ev sahibi tarafından sokağa atıldıklarını söyler. Sokağa atılan bu insanlar öyle sıradan bir aile değil, bizim kültür genlerimizde, aldığımız nefeste, bastığımız toprakta alın teri olan bir ailenin fertleriydi bunlar. Bunlar en az Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetler kadar değerli, saraylarımız kadar ihtişamlı, namusumuz kadar kutsal değerlerimizdi. Hiç kimsenin sesini duymadığı, gözünün görmediği uzun zaman evsiz bir şekilde Beyoğlu sokaklarında dolaşan bu aile Mehmet Akif Ersoy’un kızı ve torunlarıydı.
Akif, Hiç Bunları Hak Etmedi
O günün hükümeti, Akif’in cenazesine resmi makamların katılmasını yasaklamanın yanında, cenazeye katılan, gazetelerde Akif hakkında yazı yazan ve mezarının başında konuşma yapanlar hakkında jet hızıyla soruşturma başlatır. Buna rağmen gençler bu tehditlere hiç aldırış etmez ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti aldığı bir kararla Mehmet Akif’e bir vefa borcu olarak kabrini mermerden yaptıracak ve her yıl 27 Aralık tarihini de ‘’Akif’i Anma Günü’’ olarak kutlayacaklardı.
Talebeler kendi aralarında topladığı meblağın yetmeyeceğini bildiklerinden, Akif hakkında broşür şeklinde küçük bir risalecik hazırlayarak, bunun dağıtımından elde edilecek gelirle merhuma mermerden bir türbe yaptırmak için kollar sıvarlar. Zorda olsa gazetelerde reklamı yaptırılan ve elden ele dağıtılan bu risalecikten toplanan gelir uzun bir zaman sonra ancak 1500TL’ye ulaşır fakat o da yeterli olmaz. Öğrenciler bir ülkenin milli şairine karşı bu vefasızlık karşısında gözyaşlarına boğulurlar. Bu nasıl bir vefa, bu nasıl bir sadakattir, anlamak çok zor. Bunun üzerine o yıllarda demiryollarında müteahhit olarak çalışan vefa kahramanı bir insan olan Nuri Demirağ’a başvururlar. Onun himmetiyle tamamlanan parayla ancak ölümünün ikinci yılında Akif’in türbesini tamamlayabilirler. O gün kabri başında bir anma töreni düzenlenir ve gözyaşları adeta sel olur akar. Sadettin Kaynak Kur’an-ı Kerim okurken, Akif’i yıkayıp kefenleyen Fethi Tevetoğlu, Ali Nihat Tarlan’ın yanısıra Nuri Demirağ ve Edebiyat Fakültesi talebelerinden bir grup ta hazır bulunur. Evet büyük Üstad, vefa kahramanı, sadakat timsali gönlü gül kokan şair. Asım’ın nesli demiştin ya nesilmiş meğer. Hiç kimsenin olmadığı o son yolculuğunda bütün tehditlere, korkutmalara, sindirmelere rağmen onu yalnız bırakmadılar.
Her Şeyimiz Yıkılıp Gitti
Bu zorlu günlerde çektiği dertleri Uhut Dağı büyüklüğünde görenler; çektiklerini destan destan kaleme alanlar; haksız yere malına el konulanlar; mahkeme mahkeme sürgüne gönderilenler; kendilerine hukuk ve adaletin çok görüldüğünü zannedenler; çekmediği cefa görmediği eza kalmadığını iddia edenler ve sonunda vatanından hicret etmek zorunda kalanlar bu fotoğrafa çok iyi bakmalıdırlar. Yarın HAKK’ın divanında dini için, davası için, bayrağı için çile ve ızdırap çeken yiğitleri gördüğümüzde başımızın dik, yüzümüzün kızarmaması için bu yaşananları bir daha düşünmemiz icap eder.
Şu da asla unutulmamalıdır ki, bu siyaset aklı, bu siyasi hafızası, bu menfaat kafası, bu yalaka sevdası; bu mide doldurma belası, bu servet edinme zıvanası dünya siyasetinin ana gıdası ve ana davasıdır. Halkın yönetimine kim geçerse geçsin dinine, diline, ırkına, rengine ve imanına bakılmaksızın bu dava ve bu gıda bitmediği müddetçe çok daha Akifler harcanacak ve çok daha Akif’lerin canı yanacak demektir.
Ruhuna Fatiha
Yorumlar
Kalan Karakter: