Hava ne kadar soğuk olursa olsun, savaş ne kadar şiddetli olursa olsun, açlık ne kadar büyük olursa olsun veya ne kadar söylenti olursa olsun fark etmezdi. Her sabah, Moskova'nın güneyindeki küçük bir köydeki istasyona yürür, aynı tahta banka oturur ve raylara sanki hâlâ canlı bir vaatmiş gibi bakardı.
İlk başta insanlar onun kocasını beklediğini düşündüler.
Ve yanılmıyorlardı.
İvan, savaşın hâlâ uzak ve neredeyse görkemli göründüğü 1917'de cepheye gönderilmişti. Yakında döneceğine söz vermişti. Mektup yazacağına söz vermişti. Bu ayrılığın kısa süreceğine söz vermişti.
Anna her kelimesine inandı.
İlk birkaç ay mektuplar aldı. Sonra sadece sessizlik. Ondan sonra kayıp listeleri. Kimse ölümünü doğrulamadı. Kimse hayatta kaldığını doğrulamadı. İvan, akla gelebilecek en acımasız yerde, belirsizlikte hapsolmuştu.
"Ceset yoksa umut vardır," demişlerdi ona.
Ve Anna, sanki bir can simidine tutunur gibi buna sarıldı.
Savaş bittiğinde birçok kişi geri döndü. Kırık, zayıflamış, yabancı gözlü adamlar. İvan aralarında değildi. Bazı komşuları ona hayatını yeniden kurması gerektiğini söylemeye başladılar. Genç olduğunu, bu kadar uzun süre beklemenin anlamsız olduğunu söylediler.
"Zaman kimseyi geri getirmez," demişlerdi ona.
Ama Anna zamanı beklemiyordu.
İvan'ı bekliyordu.
Yıllar geçti. Devrim geldi. Ülke değişti. Afişlerin dili değişti. Korku değişti. Ama o tren istasyonuna gitmeye devam etti.
Bazı günler tren gelmedi. Diğer günler ise yabancıların akın akın geldiği günlerdi. Anna, aradığı kişiyi tam olarak bilen biri gibi, endişe duymadan, acele etmeden, yüzleri tek tek inceledi.
Zamanla, güzel görünmeye çalışmayı bıraktı. Sonra garip bakışları umursamayı bıraktı. Manzaranın bir parçası oldu. Ona "istasyondaki kadın" diyorlardı.
Çocuklar onu orada görerek büyüdüler. Yetişkinler ise huzursuz bir şekilde ondan kaçındılar. Kimsenin çok uzun süre katlanmak istemediği bir şeyin hatırlatıcısıydı: her şeyin sonu yok.
1925'te yerel bir yetkili ona gelmeyi bırakmasını önerdi.
"Bu sağlıklı değil," dedi ona. "Devlet bu bekleyişi tanımıyor." Anna ona öfkesiz bir şekilde baktı.
"Devlet onunla evlenmedi," diye yanıtladı.
Gelmeye devam etti. Vücudu inancından önce yaşlandı. Daha yavaş yürüdü. Oturmak zorlaştı. Ama bir gün bile aksatmadı.
Özellikle sert geçen bir kışta hastalandı. Haftalarca yatağa bağlı kaldı. İstasyona döndüğünde, bankı başka bir adam işgal etmişti. Hiçbir şey söylemedi. Ayakta bekledi.
Adam hiçbir soru sormadan ayağa kalktı.
4 Mayıs 1932'de farklı bir tren geldi. Daha kısa. Daha sessiz. Az sayıda yolcu gemiden indi. Aralarında, saçları çok erken beyazlamış, derme çatma bir bastona yaslanmış çok zayıf bir adam vardı.
Anna onu hemen gördü.
Koşmadı.
Bağırmadı.
Tereddüt etmedi.
Ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. İvan'ın onu tanıması birkaç saniye sürdü. On beş yıl herhangi bir yüzü değiştirebilir. Ama anladığında bastonunu yere bıraktı.
"Gelmeyeceğini sanmıştım," diye mırıldandı. Anna yavaşça başını salladı.
"Geç kalacağını sanmıştım." İvan yıllarını bir savaş esiri kampında geçirmişti. Yazmayı öğrenememişti. Geri dönememişti. Ölmemişti ama gerçekten yaşamamıştı.
Kimse onun için gelmemişti.
Ondan başka.
Sadece üç yıl daha birlikte yaşadılar. Herkese göre çok az. Anna'ya göre yeterli.
Öldüğünde, bazı komşuları hayatını bekleyerek boşa harcadığını söyledi.
Anna asla aynı fikirde olmadı.
"Beklemedim," derdi. "Seçtim."
Ve belki de hikayesinin en rahatsız edici yanı bu:
bazen, ayrılamadığımız için kalmıyoruz,
ama garantiler olmadan sevmeyi seçtiğimiz için kalıyoruz.
Anna Ivanovna, istatistiklerde veya iyi niyetli tavsiyelerde yansıtılmayan bir şeyi bilerek öldü:
zaman pes edebilir…
ama her zaman son sözü söyleyen o değildir.
Yorumlar
Kalan Karakter: