Özgürlük ruhunu kaybedenler, farkında olmadan zamanla onurlarını da kaybetmeye mecbur kalırlar. Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz cehalet ve zilletin en önemli nedenlerinden birisinin özgürlük bilincinden yoksun olmak ve asırlar önce özgürlük ruhumuzu kaybetmiş olduğumuz kanaatindeyim.
Akletme, inanma ve seçme iradesine sahip olmak, yani özgür olmak insanın ‘halife’ olarak tanımlanmasının en önemli gerekçesidir. Akıl, iman ve iradesini bilgiyle geliştirmek ve yönlendirmek yerine yine kendisi gibi insanlara veya yaratılmış başka nesnelere bağımlı hale getirmek, ‘halife’ tanımının dışına çıkmaktır. Çünkü ‘Allah’ın tanımladığı ‘halife insan’, aklı, ruhu ve fikriyle özgür insandır.
Özgürlük, insanın kutsalı ve onurudur. Özgürlüğünü kendi iradesiyle birilerine veya bir güce teslim etmek demek, ‘halife’ olma şerefinden, kutsalından ve insanlık onurundan vazgeçmek veya en azından insanın vazifelendirildiği ‘hilafet’ sorumluluğundan kaçmaktır.
Yaklaşık bin yıldır Müslümanlar bir gelişme kaydetmedikleri gibi çağın çok gerisinde kaldılar. Batılı bilim insanları özellikle sekizinci, dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Müslüman bilim insanları tarafından yazılan eserleri asırlar sonra tercüme ederek muasırlaşmaya yelken açarken, Müslümanlar “asrı saadet” hayallerine kapılarak yüzlerini geçmişe çevirdiler, çağdan koptular, bilimden, yenilenmeden uzaklaşarak daha da gerilediler. Çünkü yeni bir keşif, icat, buluş ortaya koymak için zorunlu olan akletmeyi, araştırmayı, müzakere ve tartışmayı terk ettiler. Taklidi, şekilciliği, teslimiyeti, geçmişe takılmayı ve geçmişte kalmayı dinin bir gereği saydılar!
Akletmeyi, özgürleşmeyi, iradesini özgürce kullanmayı, yeni bilgilerle geleceği inşa etmeyi, muasırlaşmayı başaramadıkları için cehalet karanlığına mahkûm oldular, zillete düştüler, aşağılandılar, sömürüldüler, soyuldular, talan edildiler, yağmalandılar. Kolay yönetmek ve kontrol altında tutmak için dini ve siyasi liderlere itaatkâr, bağımlı, teslimiyetçi, kendi içinde kavgalı ve düşman ancak kolay güdülen ayrıştırılmış kitlelere dönüştürülerek hak-hürriyet-adalet gibi değerlerle bağları tamamıyla koparıldı. Allah’ın ipine sarılmak ve Allah’a sığınmak yerine diri-ölü din adamlarına sığındılar. Böylece din adamları marifetiyle ayrılığa düştüler, bölündüler hem gelecekten hem de İslam’dan koptular.
Aydınlanma, evrensel eğitim, özerk üniversiteler, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, hukukun üstünlüğü, bilim, teknoloji, hikmet, felsefe gibi medeniyetin olmazsa olmaz ilkelerinden kopuk gerici bir toplum olarak dizayn edildiler.
--
Çoğunluk olarak Müslümanların gerçeklere, gelişmelere ve aydınlanmaya sırt çevirmiş kitleler olarak tanıtılması hakikate aykırı değildir ancak bu durumu İslam’a bağlamak İslam hakikatini örtmektir, İslam’a büyük haksızlık ve iftiradır. Müslümanların gerici ve “köle ruhlu” bir topluma dönüşmesinin nedeni İslam değil, din ile aldatılmasıdır. Devlete, yöneticilere, siyasi ve dini liderlere teslimiyetin din/İslam olarak öğretilmesidir.
Modern siyaset biliminin temellerini atan Fransız yazar, düşünür, yargıç ve siyasetçi Etienne de La Boétie (1530–1563): "Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir."
Genel olarak Müslümanların durumunun La Boétie’nin tespitine uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki kuşak değil onlarca kuşaktır özgürlükten kopmuş Müslümanlarda, artık özgürlük bilincinden söz edilemez. Elbette Müslümanların da bir dini vardır ancak ‘özgürlük bilinci’ yoksa İslam yoktur.
--
İnsanoğlunun ‘insanlık’ konumunu belirleyen özgürlüktür. Özgürleşmeyen toplumlar medenileşmeyi, muasırlaşmayı ve ilerlemeyi başaramazlar. Biz Müslümanlar İslam konusunda samimi ve ihlaslı olsaydık, akıl, bilgi, iman ve ahlak sahibi özgür ve medeni bir toplum olmayı başarabilirdik.
Esas itibariyle İslam’a göre İMAN; kişinin düşünce, fikir, ruh, akıl ve bilgiyle Allah’ı arayarak, sorgulayarak hiçbir baskı ve dayatmaya maruz kalmadan birey olarak özgür iradesiyle inanmasıdır. Buna göre mü’min; tefekkür ve aklederek, araştırarak ve sorgulayarak inanmış ‘özgür kimse’ demektir. İrade ve akıl sahibi olmayana “özgür” denmeyeceği gibi aklını ve iradesini başkalarına teslim edene de “mü’min” yani “inanmış özgür insan” denemez.
Kur’an-i Kerim’de “De ki: “Hak (gerçek), Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin; dileyen inkâr etsin!” buyrulmaktadır. (Kehf/18:29). Allah, insana kendisini inkâr etme özgürlüğünü vermiş, din seçiminde de “Dinde zorlama yoktur” (Bakara/2:256) ayetiyle baskı ve zor kullanılamayacağını açıkça bildirmiştir. Benzer durum farklı din tercihi için de söz konusudur:
“Sizin dininiz size, benimki bana!" (Kâfirun/109:6) ayetinde olduğu gibi ateistler, deistler ve müşrikler-putperestler dahil, farklı dinlere mensup olma tercihi serbest bırakılmıştır.
Hakk’ın dahi kabul ve inkarını insanın tercihine bırakan Allah, eşsiz bir özgürlük ile insanı onurlandırmış, akıl ve iradesine büyük önem vermiştir. Çünkü özgürlük insanın ruhudur. Ruhsuz bir beden ölü demektir. Akletmeyen ve iradesini özgürce kullanmayan insanın, eğitildiği biçimiyle veya iç güdüleriyle hareket eden diğer canlılardan daha şerefli bir varlık olması düşünülemez.
Hz. Ali (kv) “Akılsız bir toplum; ancak ölülerle kıyaslanır" demiştir. Bu konuda Kur’an ayeti de çok açıktır: “Aklını Kullanmayanlar sağır dilsiz ve kör gibidirler.” (Bakara/2:171)
Buna göre akıl ve iradesini cemaatlere, partilere, ideolojilere, liderlere veya din adamlarına teslim etmiş ve sadece onların talimat ve önerileriyle fikirlerini ve hayata bakışını şekillendirmiş bir toplum, yani ruhunu kaybetmiş, aklını ve iradesini kullanmaktan aciz bir toplum için özgürlüğün anlamı ve değeri olmaz. Oysa bir toplumun değeri özgürlüğü ile ölçülür.
Güney Afrika’nın özgürlük önderi Mandela’nın şu sözü biz Müslümanlar için de bir çözüm olarak geçerlidir; "Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter."
Abdulbaki Erdoğmuş
FACEBOOK YORUMLAR